Erken Yazılar’ının (1797-1800) sonlarında Hegel, aynı zamanda kendi felsefe sistemi kurma çalışmasının çıkış noktasını teşkil eden ‘sevgi’ ve ‘yaşam’ kavramlarına ulaşmakta. Bu kavramlar dünyanın ve insanın anlaşılması bakımından, özellikle tarihsel belirlenimleri içerisinde, fakat aynı zamanda kültürlerarası düzlemde de son derece önem taşırlar. Bir yandan ‘Yahudilere karşı ayrımcılık’ diğer yandan ‘Yunanlıların idealleştirilmesi’ dünyanın Avrupa dışı bölgelerine yanlış bir bakış tarzının göstergesidirler.
Geç döneminden tamamen farklı olarak Hegel, erken Fichte ve Schelling’in Felsefe Sistemlerinin Farkı (1801) yazısında, felsefenin (veya felsefe içerisinde felsefi olanın) tarihinin olmadığı, her zaman için aynı’ olduğundan hareket eder. Değişen şey, bir dönemin yapı malzemesi, hatta şöyle demek de mümkün, onun içinde ya da ondan çıkarak bir felsefenin işlendiği spesifik kültürel bağlamdır. Bu zamansal-tarihsel bakış tarzını, coğrafi ve kültürel olan üzerine de aktarmak mümkündür ki, bu, felsefenin görevinin her zaman ve her yerde aynı olduğunu varsayımına götürür.
Kölelikten kurtuluşun koşullarını sergilediğinden, Tinin Fenomenolojisi’ndeki (1807) köle ve efendi diyalektiği çok kereler dikkatleri üzerine çekti ve yorumlandı. Hegel’in Afrika’yı ve Afrika sakinlerini değerlendirmesi açısından, onun bu diyalektiği ve buna bağlı olan tanınma mücadelesini ilk kez ele aldığı Jena Sistem Taslakları I’de (1803/04) efendi ve köleden değil –görünüşe göre Tahiti’deki‚ zenci kölelerin ayaklanması arkaplanında- ‘efendi ve esir’den sözetmesi fikir vericidir.
Temelde Hegel’in yaptığı, Aydınlanma felsefesinde tipik olduğu üzere, zamanının Avrupa düşüncesini evrensel saymaktı. Bu, onun Mantık Bilimi’nde (1812-17)‚ saf ve evrensel geçerli düşüncenin açımlanması için zamanı‚ silmek’ zorunda olması, fakat yine aynı amaç için kendi tarihsel döneminin Almancasını kullanmasındaki tutarsızlıkta dile gelir. İşte burada, onun düşüncesinin ne derece kabul edilebilir olduğu konusundaki sınırlılık belki de en açık biçimde kendini gösterir. Ayrıca, felsefi düşüncenin evrenselliği sorusunun da yeniden sormak gerekir. Burada sorunun yanıtının a posteriori bir evrensellikten geçtiğine işaret edilmekte.
Hukuk Felsefesinin Ana Hatları’nda (1821) ayrıntılı olarak ortaya koyduğu hukuk, toplum ve devlet felsefesi çerçevesinde geliştirdiği‚ sivil toplum’ felsefesinde Hegel, sömürgeciliğin haklılaştırılması sonucuna varır. Bu, sivil toplum’un, onu sürekli olarak sınırları dışına çıkmaya zorlayan kendi iç dinamiğinden bir bakıma kaçınılmaz olarak doğar. Bu dinamikle bağlantılı problemler açıkça belirtilir, fakat Hegel, onların çözümlenişini devlet düzleminde aradığından, bu problemleri öylece bırakır. ‘Sivil toplum’un dinamiğinin toplumsal bir düzlemde dizginlenmesi mümkün değildir; o, etkinliğini değişen biçimlerde hep devam ettirecektir.
Hegel’in Avrupa dışı kültürler ve felsefeleri hakkındaki yakışıksız düşünceleri, onun bu konudaki en göze batan olumsuz değerlendirmeleri yaptığı Alt Sahra Afrikası örneğinde sergilenir. O, 1820’li yıllarda çok kereler vermiş olduğu Dünya Tarihi Felsefesi Dersleri’ne girişte, dünyanın Avrupa dışı bölgelerinin neden Avrupa’da cereyan eden asıl tarihin olsa olsa öntarihine dahil edilebilecekleri ya da - diğerlerinin yanısıra Alt Sahra Afrikası’nın durumunda da olduğu gibi – ‘dünya tarihi tiyatrosunun sahnesi’nde hiç bir yerlerinin olmadığı şeklinde dayanaksız ve konuya dair bilgisinin azlığına delil niteliğindeki akıl yürütmeler getirir. Hegel’in bizzat kendisi bu bağlamda, Avrupalı tacirlerin büyük çaplı olarak yürüttükleri köle ticaretine haklılık zemini sağlar. Bu, onun kendi politik felsefesini ‘somut özgürlük’ün felsefesi olarak tasarlamış olmasıyla uyuşmaz. Bu yalnızca onun, Afrikalıları bu özgürlükten pay alabilecek insanlar olarak gerçekten ciddiye almamış olması gerçeği ile açıklanabilir.
Son olarak Hegel’in ardından nasıl onun felsefesindeki avrupamerkezciliğin ağır ve meşakkatli adımlarla aşıldığı sergilenmekte. Schopenhauer, Nietzsche, Bataille ve Merleau-Ponty bu sürece dair örneklerdir. Heidegger’in düşüncesinde avrupamerkezcilik 20. yüzyılın otuzlu yıllarında önce daha da radikal hale gelir. Sonraları, ellili yıllardan itibaren Heidegger kendini Japon filozoflarla görüş alışverişine açmaya ve derinlemesine Lao-Tse ile uğraşmaya başlar. Gelgelelim her kültürde ona ait bir felsefe olduğunu kabul eden kültürlerarası boyutun felsefe yapmaya sokulması bir diğer cüretkar adım olarak kalmaktadır.
1930 doğumlu Heinz Kimmerle emekli felsefe profesörüdür. Görevinin son beş yılında Rotterdam Erasmus Üniversitesi, Kültürlerarası Felsefenin Temelleri Vakıf Kürsüsü başkanlığını yaptı. O zamandan bu yana araştırmalarının ağırlık merkezini, Afrika felsefesi özelinde kültürlerarası felsefe oluşturmakta.
Ekim 2003'de Güney Afrika Üniversitesi'nin Afrika felsefesi konusundaki araştırmaları vesilesiyle fahri doktora ünvanı verdiği Heinz Kimmerle, ocak 2016'daki ölümüne dek Franz Martin Wimmer, Raul Fornet‐Betencourt, Ram Adhar Mall gibi az sayıdaki filozofla birlikte kültürlerarası felsefe anlayışının Avrupa'daki öncülerinden biriydi.
1930'da Solingen'de dünyaya gelen Heinz Kimmerle Avrupa dışı felsefe geleneklerine ilgi göstermeden önce hermeneutik ve diyalektik üzerine çeşitli akademik çalışma ve incelemeler yürüttü. 1957'de Gadamer'in gözetmenliğinde Schleiermacher'in hermeneutiğini konulu bir doktora çalışması kaleme aldı. Hegel felsefesinin erken dönemi üzerine yazdığı habilitasyon çalışması ile 1971'de profesör ünvanı edindi.
Türkçede ilk olarak Afrika Felsefesi adlı kitabı ile tanınan Kimmerle’yi Avrupa dışı felsefe geleneklerini ciddiye alarak, onlarla somut olarak uğraşmaya yönlendiren şey, Jacques Derridas’nın Avrupa felsefesindeki kültürmerkezciliği eleştirisi ve Julia Kristeva’nın ötekilik kavramı hakkındaki incelemeleri olmuştur. Gilles Deleuze’ün Fark ve Tekrar (1968) adlı kitabında ortaya koyduğu farklılık teorisine dayanan Fransız diferans felsefesini yakından inceleyen Kimmerle, bu felsefenin klasik Avrupa felsefesinin temelinde yattığını ileri sürdüğü özdeşlik mantığını eleştirisinden hareketle‚ öteki'ni ‘kendinin karşıtı' olarak kavranmadığı farklı düşünce geleneklerine ilgi göstermiş ve Avrupa üniversitelerinde egemen olan, felsefenin Avrupa düşünce dünyasının ürünü olduğu ve başka düşünce geleneklerinin felsefe olarak adlandırılamayacağı yolundaki fikrin sömürgeciliğin bir mirası olduğunu sonucuna varmıştır. Kimmerle, Fransız diferans felsefesinin ‘kendi' ve ‘öteki' algısı gibi konulardaki eleştirel çıkarımlarını kültürlerin birbirleri ile ilişkilerine aktararak, buradan farklı düşünce geleneklerinin eşdeğerliliğini ve diyaloğunu baz alan kültürlerarası felsefeye ulaştığını vurgular.
Kimmerle, 80'li yılların sonlarından itibaren sadece Afrika'daki yazılı ve sözlü düşünce gelenekleri üzerine yoğunlaşmakla kalmamış, Nayrobi, Kenya ve Gana'da misafir profesör olarak ders vermiş, Güney Afrika'da Bantustan ve Pretoria'da felsefe bölümlerinin kuruluşuna destek vermiştir. Masabaşı felsefesine kuşkuyla bakmış olan Kimmerle, Senegal, Mali, Güney Afrika, Fildişi Cumhuriyeti gibi çeşitli Afrika ülkelerindeki felsefecilerle ortak projeler gerçekleştirdi. 1996'da Kültürlerarası Felsefe ve Sanat Vakfı'nı kurarak başkanlığını yapmış olan Kimmerle, 1989'dan beri Kültürlerarası Felsefe Topluluğu'nun bilimsel kurulunda da yer almaktaydı.
Almancadan Çeviren: Alper Tolga Çırakoğlu
Dizisi: Felsefe Dizisi
Türü: Kültürlerarası Felsefe
Editör: Tuğba Tuğçe Gündoğan
Cilt Bilgisi: Amerikan cilt
Kağıt Bilgisi: Enzo Cremy
Basım Tarihi: Eylül 2014
Sayfa Sayısı: 112
Kitap Boyutları: 13,5x 19,5 cm
ISBN No: 978-975-520-309-6
Barkod No: 9789755203096
0 Yorumlar